Kimlik, Estetik ve Kahve Arasında Bir Deneme

Cover by Bengisu Demirkaya
  • PUBLISHER
  • Emrah Doğru
  • CATEGORY
  • opinion
  • DATE
  • 08/01/2025
Bazen içimizde bir sıkkınlık, bir donukluk hali belirir. Bu yoğun duyguyu tanımlamakta güçlük çekeriz. Belki de bu yüzden bir kahveye sığınırız. – Ve tam şu anda kahvemi yudumlarken bu satırları yazıyorum.– İşte böyle anlardan birinde, kendimle yaptığım bir konuşmayı sizinle paylaşmak istedim. Bu konuşma, bir meslek olarak tasarımcılık ya da bir ajans yönetmekten çok, kimliğimi, yani kendimi tanımlama çabamla ilgili. Bir yolculuk hali…

Bu yolculuğu tanımlamam gerekirse, bunun salt bir tasarımcı olma hali olmadığını baştan belirtmeliyim. Aslında bu, görsel estetiğe ve hikayelere olan derin merakımın izini sürmekle ilgili. Çocukluğumdan bu yana içimde büyüyen bu düşkünlük, beni hep estetik bir algının peşinde koşturdu. Ancak bu görsel estetik açlığının neyi temsil ettiğini ya da hangi estetik görgüye çekildiğimi hâlâ tam olarak çözebilmiş değilim.
Illustration, B. Demirkaya
Bu soruyu kendime sorduğumda, ürettiğim estetiği hangi coğrafyaların şekillendirdiğini düşündüm. Batıya doğru yol aldıkça, üretimlerimde bu estetikle buluşmaya çalıştıkça, içimde kimliksiz ve tarif edilemeyen bir kekremsi duygu beliriyor. Doğu ile batı arasında savrulan bu boşluk hissini anlamlandırmak yıllarımı aldı. İmparatorluk mirası bir coğrafyanın devamı olarak, kimliksizliğimizin ve tasarım dünyamızın estetik altyapısının neden bu kadar karmaşık olduğunu sorguladım. Bu sorular, üretimlerimi bu temel üzerinden anlamlı kılma çabama rehberlik etti.

Bugün, genç nesillere aktarabileceğimiz estetik birikimi ve kültürel mirası nasıl inşa edebileceğimiz sorusu, yaratıcılık anlayışımın merkezinde duruyor. Yaratıcılığın yalnızca ticari bir girdapta sıkışıp kalmaması gerektiğine, aksine sanatçı kimliğimiz ile arayışın hep canlı tutulması gerektiğine inanıyorum. Çünkü “nefesimizin” bu arayışla güzelleşen bir hayatı mümkün kıldığına inanıyorum.

Görsel estetik bir dile sahiptir. Bu dil, estetiğin derinleşmesine hizmet eder. Dilin kültürel bağlamı, estetik yapının tutkalıdır. Bu yüzden okuma alışkanlıklarımda, estetiği o coğrafyanın kültürel altyapısı üzerinden anlamaya çalıştım. Romancılar ve öykücüler bu konuda tasarımcılardan çok ileridedir. Onlar, bir şehri ya da bir insanı anlatmak için ömürlerini harcadılar. Bugün Uzak Doğu’nun tasarım kültürü, medeniyet tarihinin üzerine bina edilirken; İran’ın tasarımı da benzer bir derinlik taşır. Batıya baktığımızda, Amerika’nın pop kültürü ve kapitalizmin yükünü taşıyan estetik anlayışı, Kıta Avrupası’nın yılgın kültürel dokusuyla çelişir. Britanya’nın kendine özgü mizahi yaklaşımı ve İskandinavya’nın minimalizmi, beslendikleri coğrafyanın temel değerlerini yansıtır.

Bizde durum ise çok daha karmaşık. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir kitabında cumhuriyet dönemi Ankara’sını anlattığı bir bölümde dediği gibi:

“Türk kültürünün kendinden evvel gelmiş medeniyetlerden kalan şeylerle bu kadar canlı surette rastgele karıştığı, haşır neşir olduğu pek az yer vardır.”

Bu estetik karışıklık, bir kafa karışıklığı da doğurur. Tıpkı bizim gibi. Tasarımcılar olarak, bilinçaltımızı şekillendiren estetik unsurların hangi kültüre ait olduğunu anlamakta zorlanıyoruz.
Görsel estetik bir dile sahiptir. Bu dil, estetiğin derinleşmesine hizmet eder. Dilin kültürel bağlamı, estetik yapının tutkalıdır.
İstanbul bu karmaşıklığın özüdür. Cumhuriyet tarihi kadar genç tasarım kültürümüz, şehrin çok katmanlı geçmişiyle şekillenir. Erken dönem Türk tasarımı, Batı’nın öğretileri ve değerleri ile biçimlenmiştir. Aslında Bizans’ın, Fatih’in, Selçuklu’nun ve Orta Asya’nın kültürel kodları bizi sürekli yeni arayışlara sürükleyebilirdi… Orhan Pamuk’un şehri anlamaya çalışırken hissettiği doğu-batı sıkışmışlığı, bizim tasarım yolculuğumuzun da anahtarıdır. Bizans estetiğiyle Osmanlı ve Arap estetiği arasındaki geçişler, hayranlıkla dolu bir şaşkınlık yaratır.

Kahvemin son yudumunda fark ettim ki kaos, aslında bir kaos değil. Kendi estetiğini yaratıyor. Bu estetiği içselleştirip korkmadan üretimlerimize yansıtmak, bizi diğerlerinden ayıran en büyük gücümüz. Kahveyi seviyorum, ama kahveyi bize İtalyanlar sevdirdi. – Türk kahvesinin ritüel değerini es geçmeden söylediğimi anlamışsınızdır.– Markalaştırdılar, rafine bir sunumla dünyaya tanıttılar. İşin esası, 1683’teki II. Viyana Kuşatması sonrası Osmanlı’dan kalan kahve çekirdeklerinin Avrupa’da yayılmasıyla başladı.

Kahvenin markalanıp dünyaya sunulmasıyla biz, onu Arap ritüeliyle sahiplenmeyi tercih ettik. Ama neden Türk kahvesini dünyaya daha geniş bir estetikle anlatmak için fırsatlar yaratmadık? Kendime ve geçmişimize yüklenmeden, olayları olduğu gibi görmeye çalışıyorum.

Bu yazıyla, aslında kültürel bir fotoğrafımızı çekme niyetiyle yola çıktım. Zengin bir tarihe, farklı dini ritüellere ve onlarca medeniyete ev sahipliği yapmış bir coğrafyada yaşıyoruz. Kendimizi farklı ve şanslı görmeliyiz. Bu zenginlik, bizi diğerlerinden ayıran en büyük gücümüz.

Üretelim, anlayalım ve güzelliği kutsayalım. Ama bunu yaparken, kendimize yüklenmeden, bu mirası kavrayarak ilerleyelim. Çünkü bu topraklar, geçmişten gelen derinlikli hikâyeleri yeni anlamlarla buluşturmayı hak ediyor.

Kahvem bitti.

Emrah Dogru works as a Creative Director at Ba'ndo.